4/30/2009 06:15:00 ÖS | Posted in , ,

 

Mehmet Kayhan YILDIZ/KONYA, (DHA)

Konya'da 8. sınıf öğrencisinin resim yarışmasından kazandığı İtalya gezisine okul yönetiminin çocuklarıyla gittiği iddia edildi. Okul yönetimi bu konuda açıklama yapmazken olayla ilgili soruşturma başlatıldı.

İTALYA YERİNE KURŞUN KALEM HEDİYE

ilknur_karaaslan-3 KONYA'da Ahmet Haşhaş İlköğretim Okulu 8'inci sınıf öğrencisi 14 yaşındaki İlknur Karaaslan, AB destekli resim yarışmasında kendisinin birincilik elde ettiğini, 10 arkadaşının da başarılı olduklarını, ödül olarak da İtalya gezisi kazandıklarını söyledi. Ancak geziye kendilerinin götürülmediğini belirten Karaaslan, yerlerine bazı öğretmenlerin çocuklarıyla birlikte gittiğini iddia etti. Öğretmenlerinin İtlaya'dan kendisine hediye olarak kurşun kalem getirdiğini kaydeden İlknur Karaaslan, olayı dilekçeyle Milli Eğitim Müdürlüğü'ne bildirerek şikayetçi oldu. Konya İl Milli Eğitim Müdürü Halil Şahin, olayla ilgili idari soruşturma başlattığını açıkladı.

ilknur_karaaslan-2 Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları kapsamında, Ulusal Ajans tarafından kabul edilen 'Çevremiz ve Kültürümüz' adlı proje için öğrenciler arasında 'dosya kapağı resim yarışması' düzenlendi. 8'inci sınıf öğrencilerinin katıldığı ve İtalya seyahati ödüllü yarışmayı, 'çift başlı kartal üzerine, projeye katılan ülkelerin bayraklarının tasvir edildiği resimle' İlknur Karaaslan kazandı. Ödül olarak Karaaslan'la birlikte yarışmaya katılan ve başarılı olan 10 öğrenci, başlarında bir öğretmenle İtalya'ya davet edildi. Ancak iddiaya göre başarılı öğrencilerin yerine, bazı öğretmenler kendi çocuklarıyla birlikte İtalya'ya gitti. Milli Eğitim Müdürlüğü'ne dilekçeyle başvuran İlknur Karaaslan, "Öğretmenlerimiz beni ve diğer arkadaşlarımı İtalya'ya götürmedi. Çocuklarıyla birlikte kendileri gitti. Öğretmenlerimiz hakkımızı yedi" dedi. 1 hafta süren gezi dönüşü öğretmenlerin kendisine hediye olarak kurşun kalem getirdiklerini söyleyen İlknur Karaaslan, sorumluların cezalandırılmasını istedi.

'HAKKIMIZI YEDİLER'

Yaşanan olayların ardından büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirten İlknur Karaaslan şunları söyledi:

ilknur_karaaslan-4 "Hazırlanan proje kapsamında dosya kapağı resmi yarışması düzenlediler. 34 kişilik sınıfta yarışmaya katılanlar İçerisinden sadece benim resmin birinci seçildi. Birinci olanın da, proje kapsamında hediye olarak İtalya'ya götürüleceği söylendi. Benimle birlikte 10 öğrenci daha gidecekti. Ben resim yarışmasında birinci olduğum için, diğerleri de başarılı oldukları için gidecekti. Ama İtalya'ya giderken bin 500 TL para talebinde bulunuldu ve sadece parayı verebilenlerin gideceğini söylediler. Ben aileme durumu anlattım. 'Ne olursa olsun parayı karşılarız' dediler. Ben gerekirse parayı bulurdum. Ama götürmek istemediler. Diğer arkadaşlarım da gidemedi. Öğretmenlerim de, çocuklarıyla gitmeyi tercih etti. O yüzden biz de bir şey diyemedik. Yarışmayı kazandığım zaman, 'oraları ben de görüp gezerim' diye düşünmüştüm. Ama, hakkımızı yediklerinde hepimiz çok üzüldük. Sadece ben değil, diğer öğrenciler de üzüldü. Ama onlar sadece 'okulumuzu bitirelim yeter' diye düşündüler ve şikayet dilekçesi yazmadılar. İtalya'dan gelirken bana bir tane kurşun kalem getirdiler."

SORUŞTURMA BAŞLATILDI

Kabul edilen projelerle ilgili yol ve konaklama gibi masrafların Ulusal Ajans tarafından karşılandığını belirten Konya Milli Eğitim Müdürü Halil Şahin iddiayla ilgili şunları söyledi:

"Öğrenciden para istenmesine gerek yok. Masrafları Ulusal Ajans karşılıyor. Bize proje uygulaması sırasında herhangi bir olumsuzluk ulaşırsa inceleme yaptırırız. Ahmet Haşhaş İlköğretim Okulu ile ilgili de bize şikayetler oldu ve incemele başlattık. Şu anda idari soruşturma devam ediyor. Henüz sonuçlanmadı. Bu projenin uygulamasında herhangi bir hukuksuzluk ve kuralsızlık söz konusu olursa, sonuçları neyse, görevliler sonucuna katlanacak."

MÜDÜRÜN ÇOCUĞU DA KATILMIŞ

Okul Müdürü Şükrü Altay da soruşturmanın sürdüğünü belirterek, konuşmak istemediğini söyledi. Öğrencilerden herhangi bir para talebinde bulunulmadığını iddia eden Altay, İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gerekli bilgileri verdiğini söyledi. İtalya gezisine kendi çocuğunun da katıldığını söyledi. İtalya gezisine katılan öğretmen ve öğrenciler şunlar:

'Ahmet Haşhaş İlköğretim Okulu Müdürü Şükrü Altay ve kızı 8'inci sınıf öğrencisi Ezgi Altay, Müdür Yardımcısı Aydın Meral ve 5'inci sınıf öğrencisi oğlu Furkan Meral, okulun İngilizce öğretmeni Canan Taş, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Hasan Hüseyin Çibuk, bir başka okulda babası sınıf öğretmeni olan 8'inci sınıf öğrencisi Alaaddin Ateş"

GEZİ, OKULUN İNTERNET SİTESİNDE

Br hafta süren İtalya gezisi okulun resmi internet sitesinde de yayınlandı. İnternet sitesinde 2 okul yöneticisi ve öğretmenlerin isimleri geçerken öğretmen çocuklarının isimleri yayınlanmadı. İtalya'da çekilen fotoğraflarla verilen geziyle ilgili olarak internet sitesinde şunlar yazıldı:

"25.11.2008- 02.12.2008 tarihleri arasında proje koordinatör ortağımız olan İtalya/Taranto'daki Scuola Secondaria L. Pirandello okuluna ilk ziyaretimizi okul müdürü Şükrü ALTAY, Aydın MERAL, Hasan Hüseyin ÇİBUK ve Canan TAŞ ile gerçekleştirdik. Toplantımız gayet güzel ve verimli geçti. Bizleri sıcak bir ilgi ile karşıladılar. Çalışmalarımız süresince proje konumuz olan 'Kültürümüz ve Çevremiz' ile ilgili çok sayıda gezi ve inceleme programları düzenlediler. Okul ve eğitim- öğretimleri hakkında az da olsa bilgilenme fırsatı bulduk. Ülkemizi ve okulumuzu güzel bir şekilde tanıtma imkanı bulduğumuza inanıyoruz. Bu toplantıda iki yıl sürecek proje ilgili planlamalar yaptık. İyi bir izlenimle bu ülkeden ayrıldık."

http://www.cumahashas.k12.tr/cms/index.php?option=com_frontpage&Itemid=96

Okul iletişim bilgileri:

Şeyh Şamil Mahallesi Semt pazarı Bitişiği
Selçuklu
KONYA
TÜRKİYE
42070

E-posta:     cumahashas@gmail.com
Telefon:     0 332 248 24 35
Fax:     0 332 248 16 19

 

30 Nisan 2009

Category: , ,
��
2/03/2009 05:14:00 ÖÖ | Posted in , , ,

ataturk1 Ülkemizin sinsi tertiplerle nerelere getirildiğini kendi gözlerinizle görün. Atatürk'ün: "Kendilerini yöneten hükümetin icraatına katlananlar, o icraata katılmış sayılırlar" sözünü anımsayarak izleyiniz. Siz de Benim gibi dehşete kapılacaksınız.

Tabi, (başta bakan olmak üzere) aynı gerici-tarikatçı kafalar Üniversitelere de el atmaktan geri kalmadı. Atadıkları YÖK başkanından, rektörlerden, Üniversitelerde Atatürkçü öğretim görevlilerine uygulanan kıyımdan belli değil mi !


  1. 9 Ağustos 2006 tarihinde, Milli Eğitim Bakanlığı Kurum tanıtım yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle, Okulların adındaki, Türkiye Cumhuriyeti ibaresi Kaldırıldı.

  2. Milli Eğitimde, Yönetici Atama Yönetmeliği, değiştirildi.

  3. Özel yurtlar yönetmeliği değiştirilerek, bu yurtlarda dinsel propaganda yapmak suç olmaktan çıkarıldı.

  4. 700 e yakın imam kurumlar arası nakil yoluyla, Milli Eğitim kadrosuna geçti.

  5. Temel Eğitim politikalarını belirleyen.,kitapları inceleyen ve programları hazırlayan, Talim Terbiye Kurulu’nun, sadece tüm üyeleri değil, 167 uzmanı da Görevden uzaklaştırıldı.

  6. 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanununda yapılan değişikliklerle, Önce yardımcı ders kitaplarının ve Eğitim araçlarının, sonrada ders kitapları Ve Öğretmen Kılavuz kitaplarını inceleme ve denetleme yetkisi, Talim Terbiye Kurulundan alındı.

  7. Baş Bakan Erdoğan, “ Onuncu Yıl Marşını” okumakla Türkiye Raylarla Donanmıyor. Bu işler lafla olmuyor. Marşı oku demir ağlarla ör. Neyi ördün yahu neyi. Ama bak biz örüyoruz. Öreceğiz inşallah.

  8. Dada da devam edeceğiz. Demir ağlarla ördük diye bunlar konuşuyorlar. “Neyi örmüşler” açıklamasını yaptı.

  9. “Onuncu Yıl Marşı” ders kitaplarından çıkarıldı. Beyoğlu Belediyesi’nin, ilköğretim öğrencilerine dağıttığı Resimli Trafik Rehberi’nde Şu ifadeler yer alıyor. Kuşkusuz trafik kazaları da diğer büyüklü küçüklü bütün olaylar gibi, Taktiri İlahidir. Çünkü her şey Allah’ın taktirine bağlıdır. Onun ilminin dışında bir şey olamaz. Hatta bir yaprak dahi onun izni olmadan kıpırdayamaz.

  10. Bu bakımdan bazılarının ”vatandaş trafik kazaları kader değildir” teraneleri bizim Tevhidi Birlik esası üzerine kurulu inançlarımıza aykırıdır.

  11. Yeni ders kitaplarında, Padişah Vahdettin ile, Damat Ferit’in İngilizlerle işbirliği yaptığı anlatılmıyor. Yeni ders kitaplarında, Atatürk’le Vahdettin arasında uyum olduğunu çağrıştıran ifadeler bulunuyor.

  12. Yeni ders kitaplarında, Padişah Vahdettin in İngilizlere sığındığı bilgisi bulunmuyor.

  13. Yeni ders kitaplarında Halifeliğin kaldırılışı, Laikliğe geçişin büyük adımı olarak ele alınmıyor.

  14. 8. sınıflarda okutulan “İnkılap Tarihi” kitabından, Atatürk’ün eşi Latife Hanımın başı açık fotoğrafı çıkarılıp, yerine başı örtülü fotoğrafı kullanıldı.

  15. Yine 8. sınıflarda okutulan ”Din Kültürü Ahlak Bilgisi” kitabında tarikatlar, yeni bir anlam yüklenilerek övülüyor.

  16. Yeni ders kitaplarında, Laiklik tanımlanırken, laikliğin dinsizlik olarak algılanmasını sağlayacak, “dini olmayan şey” ifadesi kullanılıyor.

  17. Liseler için hazırlanan ders kitaplarında, Atatürk’ün Nutku (Söylevi) konulmazken, “Türkler bir milyon Ermeni’yi ve otuz bin Kürdü katletti” diyen yazar Orhan Pamuk’a yer veriliyor.

  18. Yeni ders kitaplarında Şeyh Sait ayaklanmasının Adı ”Doğu İsyanı” olarak değiştirilirken, Şeyh Sait’in tarikat lideri olduğu ifadesine yer verilmiyor.

  19. 2 Ekim1920’de Konya’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı İngiliz ve Fransızların desteği ile başlayan “Deli Baş Mehmet” isyanı ve isyancıların başı Deli Baş Mehmed’in bir İngiliz Rahibi’nin yardımıyla Yunanistan’a sığınması yeni kitapta yer almıyor. Evliya olarak anılıyor.

  20. İlköğretim öğrencileri için başlatılan “100 Temel Eser” uygulamasıyla yayınlanan kitaplara, Atatürk, Cumhuriyet ve laiklik karşıtı ifadeler, yabancı masal kahramanlarının diyaloglarına İslami söylemler serpiştirildi. Tarikat liderlerinin yasaklanmış kitapları, takma adlarla öğrencilere sunuldu.

  21. “100 Temel Eser” uygulanmasından bazı örnekler,

  22. Mendilin ipeklisi
    Tarlanın keseklisi
    İyi olur oğlanlar
    Karının göbeklisi.

    Ecevit in kafası
    Cum Sezer’in sopası
    Aptal olduk hepimiz
    Kafaları kopası

    Öküzü saldım çifte
    Sırtımda güllü küfe
    Aç gireyim koynuna
    Döndük Cumhuriyete.

  23. Bazı Liselerin İnternet sitelerinde irtica propagandası yapan yazılardan örnekler Laiklik kavramını istismar ederek insanımıza dünyayı dar etmeye çalışanların Cumhuriyet tarihi boyunca Laiklik kavramı üzerinde ittifak ettikleri tek konunun bu kavramı cadı kazanı gibi kaynatıp, inanç ve fikir sahiplerini, bu kazanda eritme olduğuna şahit olmuş bir kuşağız.

  24. Evlenmeden birkaç gün önce resmi nikah denen uyduruk formalite, kimseyi davet etmeden gözlerden ırak bir şekilde tamamlansın. Böylece bizim nazarımızda İslam nikahın nikah olduğu, resmi nikah ise, beş paralık kıymeti olmayan bir formalite olduğu, dosta düşmana ayan beyan ispat edilmiş olur.

Atamızın Eğitimle ilgili şu söylediklerini unutmayalım:

ataturk_1j Cumhuriyet'in temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok ızdırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır. (1930, Kırklareli) (Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, AKDTYK. Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 437)

Eğitimdir ki, bir ulusu ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu esaret ve sefalete terk eder.

Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takip etmeye söz vermişsiniz. İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmadan ne demek ? Yorulmamak olur mu ? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her canlı için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani, yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. ..dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. (1937, Ankara) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 327-328)

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün mana ve şekliyle uygar bir toplum haline getirmektir . İnkılâplarımızın ana ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin, beyinlerini paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur.

CUMHURİYET, FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR, İRFANI HÜR KADINLARIN ELLERİNDE AYDINLIĞA ULAŞACAKTIR

��
12/28/2008 01:37:00 ÖÖ | Posted in , , , , ,

Dostlar birkaç gün önce TNT TV Kanalında çok güzel bir film izledim. Film iki kere yayınlandı. Biri akşam kuşağında diğeri gündüz sabah saatlerinde. Esasında son yıllarda pek TV izlemiyorum. Bu film öylesine tesadüfen denk geldi. Filmin adı Ron Clark Story. ABD de yaşayan, mesleğini çok seven, her zorluğa rağmen yılmayan, Newyork şehrinin harlem mahallesinde bir ilkokulda görev yapan bir öğretmenin başarı öyküsünü anlatıyor. Bir zamanlar benim çocukluğumdaki öğretmenlere benzettim. Hatta hiç unutmadığım üniversite son sınıfta yaptığım staj günlerimi birden hatırladım. Öğretmenlik stajımı Ankara Emek Mahallesinde bulunan O zamanki adı Bahçelievler İlköğretim Okulu olan okulda yapmıştım. Staja başlarken ya başarısız olursam diye ödüm kopuyordu. Fakat hiç de korktuğum gibi olmadı. Günler bir rüya gibi su gibi akıp geçti. Çocuklarla olmak, onlara bir şeyler öğretmek beni en çok mutlu eden olaydı. Fakat beni en çok mutlu eden ise stajın son günlerinde okul bahçesinden içeri girdiğimde üzerime atlayıp sarılan, çevremi saran beni kucaklayan öğrencilerimin saf ve katışıksız sevgi gösterileriydi. Okulun diğer öğrencileri de etrafımı sarıyor onlara ne zaman derse gireceğimi soruyorlardı. Staj yaptığım sınıfın esas kadrolu öğretmeni bir gün yanıma geldi ve şunu sordu: “Hocam affedersiniz ama bir şey sormadan edemeyeceğim. Bu ilgiyi sağlamak için ne yapıyorsunuz?”  Evet ama bende ne yaptığımı bilmiyordum ki ama bildiğim tek şey varsa yaptığım işi severek yapıyor olmamdı. Sınıfa girince her şeyi unutuyordum. Adeta dış dünyayla ilgim kesiliyordu ve çoğu kez zil sesi ile kendime geldiğimi hatırlıyorum. İşin özünde çocukların ilgisini çekerek işe başlıyor ve ders konusuna odaklanmalarını sağlıyordum. Ama bunu her seferinde eğlenceli hale getirerek başardığımı keşfetmiştim. İşin püf noktası da buydu. İşte dostlar filmdeki öğretmende seneler evvel benim yaptıklarımı yapıyordu. Ders konularını eğlenceli hale getirerek sunmak. Aynen tiyatro oynar gibi. Tabii staj sonunda okul müdürü ve diğer öğretmenler beni hararetle kutlayarak, Öğrencilerim ise ağlayarak beni yolcu etmişlerdi.

İlk okula başladığım yıllardaki öğretmenler ile şimdiki oğlumun öğretmenlerini kıyasladığımda çok büyük bir uçurumun hatta eski yıllardaki öğretmenlerdeki mesleki beceri ve bilincin olmadığını açıkça görüyorum. Filmde işlenen konu tamda benim branşımı yansıtıyordu. Filmin sonunda Ron Clarke karakterinin gerçek hayatta var olduğu ve filmin onun başarı hikayesini perdeye aktarıldığı söyleniyordu. İnternette yaptığım araştırmada Filmin gerçek adının Ron Clarke Story olduğunu ve birçok da ödül aldığını öğrendim. Yine Gerçek Ron Clark ın birde çok satan bir kitap yazdığını ve ABD de birde kendi adını taşıyan okul açtığını öğrendim. İlgilenenler buradan Web sitesine girip bakabilirler. Kitabıyla ile ilgili ulaştığım bilgi ve yorumlar aşağıda. Kitabın türkçesi Arkadaş yayınları tarafından yayınlanmış. İnternette kitap satan sitelerden 3,50 YTL ye kadar satıldığını gördüm. Kitabın adı Öğretmenin 55 Altın Kuralı.

Öğretmenin 55 Altın Kuralı

ABD´de 2001 yılında Disney Yılın Öğretmeni ödülünü alan Ron Ciark, bu kitabıyla tüm öğretmenlere başarılı ve bilgili öğrenciler yetiştirme yol ve yöntemlerini gösteriyor. Ron Clark, en başarısız öğrencilerin olduğu geri kalmış yörelerdeki okullarda başladı öğretmenlik mesleğine. Çocukların öğrenmeye en ufak ilgileri yoktu ve hiç kimse şimdiye dek ellerinden tutmamıştı. Bu boş vermiş çocukları nasıl disiplin altına sokacak, onları nasıl düşünceli ve meraklı öğrencilere dönüştürecekti? Öğrencilerin bazı temel kuralları öğrenmeleri gerektiğini anlamakta gecikmedi. 55 maddeden oluşan bir liste derledi ve hemen uygulamaya koyuldu. Bazı konularda müfredatın iki yıl gerisinde kalmış görünen öğrencileri, açığı kapatıp öne bile geçmişlerdi ve derslerini seviyorlardı artık. Üstelik çok da önemli bir şey kazanmışlardı: Özgüven.İşte bu 55 ders, deneyim ve uygulamalardan süzülerek Clark´ın yaşamak ve başkalarıyla iletişim kurmak için 55 Altın Kural olarak tanımladığı maddelere dönüştü. Öğretmenin 55 Altın Kuralı, nasıl teşekkür edileceğinden, mülakatta başarılı olmaya dek yaşam kurallarıyla ilgili her şeyi öğrencilere öğretmeleri için hem anne babalara hem de eğitimcilere dersler veriyor.Bu kısa ve değerli kitabın her eğitimcinin ve anne babanın kitaplığında bulunması gerektiğini düşünüyoruz. Aslında Öğretmenin 55 Altın Kuralı yaşamı bir öğrenme deneyimi olarak gören herkes için de geçerli.

Kitabı için söylenenler bu. Ama filmde burada anlatılanların nasıl gerçekleştiğini daha güzel görüyorsunuz. Bu filmi bütün öğretmen meslektaşlarımın izlemesini şiddetle tavsiye ederim. Esasında yalnız öğretmenler mi? herkesin izlemesi gereken bir başyapıt bence....

��
12/27/2008 03:04:00 ÖÖ | Posted in ,

Dostlar;
Bu Haber grubunu bölüm mezunlarının daha etkin olmaları, birbirleriyle haberleşmeleri ve dayanışma içinde olmaları için kurduk. Yine bu Web sitesini ise sesimizi duyurmak için oluşturduk. Bu Web sitesi sizlerin. Bu sitede tüm isteyen mezunların yazıları yayınlanır, yine bu sitede tüm mezunlar yazar olarak görev alabilir. Bunun için grup yönetimiyle iletişim kurmanız yeterli olacaktır. Dersinize ve mesleğinize sahip çıkın. Web sitesinde grup üyelerinin resimleriyle birlikte yayınlanması içinde bir sosyal araç koyduk. İlgilerinizi bekliyorum. Web sitesinin linki aşağıdadır. Hepinizin bu vesileyle de yeni yılınızı kutluyor başarılar diliyorum. Her şey gönlünüzce olsun.
Sevgiyle kalınız.

WEB SAYFASI URL: http://teknolojivetasarimegitimi.blogspot.com/

 yeni_yil-3

Category: ,
��
11/19/2008 11:51:00 ÖS | Posted in , , , ,
kitap-defter-cocuk-ders-okul

Başarıya giden yolda ilk adım, kendinize açık bir hedef belirlemek. Öğrenmeye karşı istekli ve öğrenme için gerekli yeteneklere sahip olma, öğrenmede başarıyı etkileyen en önemli etmenlerdir. Ancak, bazı yetenekli öğrenciler yeterince çaba gösterdikleri halde bekledikleri verimi alamamaktan yakınır. Bu durum genellikle çalışma yöntemlerini kazanamamış olmaktan ileri gelir. Verimli ders çalışma ve etkin öğrenmenin en temel koşulu bu konuda istekli ve kararlı olmaktır. İsteklilik ve kararlılık, çalışma davranışlarınızı olumlu etkileyerek, verimli ders çalışmanızı ve etkin öğrenmenizi sağlayacaktır.


İkinci olarak yapmanız gerekenler; kendi koşullarınıza göre bir çalışma sistematiği geliştirmek ve sistemli ders çalışma alışkanlıklarını kazanmaktır.

VERİMLİ DERS PROGRAMI NASIL OLUŞTURULUR?

  • Ayları gösteren takvim edinmelisiniz.
  • Ders çalışmaya ayırmayacağınız günleri (tatil, bayram vs.) işaretlemelisiniz
  • Kendinizi bir hafta gözlemlemeli, en çok hangi zamanlarda verimli ders çalıştığınızı saptamalısınız.


Günlük program yaparken şu noktalara dikkat etmelisiniz:

  • Uykudan uyanış saati
  • Kahvaltının bitiş saati
  • Okul ya da dershaneye gidiş geliş saatleri
  • Yolda geçen süre
  • Yemek için verilen aralar
  • Çalışma için ayırdığınız süreler (başlama ve bitiş saatleri)
  • Dinlenme, eğlenme, TV seyretme gibi uğraşlar için saptanan zamanlar
  • Tekrarlar için ayrılan zamanlar
  • Ev ödevlerine ayrılan zaman
  • Uykuda geçen süre



Planlı çalışma:

Hangi dersi ne kadar ve ne zaman çalışabileceğınızı, zamanı en verimli şekilde nasıl kullanacağınızı belirlemektir. En kullanışlı çalışma planı, haftalık çalışma planıdır. Bu planı yaparken dikkat etmeniz gereken en önemli unsur, ders çalışmanızı engelleyecek etkenlerin en az olduğu saatleri saptamaktır.


 

VİDEOLARI KONU BAŞLIKLARINA TIKLAYARAK İZLEYİNİZ

   video-5 Nasıl Ders Çalışılır?

  video-5 ÖSS'ye Hazırlanmanın Püf Noktaları

 video-5 KONUYLA İLGİLİ DİĞER VİDEOLAR:

HABER KAYNAKLARI: Güncel Net, Uzman TV

Category: , , , ,
��
11/01/2008 05:46:00 ÖÖ | Posted in

ozdemir_ince YAHYA Kemal "Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım" adlı kitabının "Yeni Mekteb" başlıklı bölümünde, ilkokuldaki okuyup yazma serüvenini şöyle anlatır:
"Yeni Mekteb’e gide gele, gide gele üç sene geçmişti. Lákin cüz kılıfımdaki Elifbá’yı henüz söktürememiştim. Yalnız Adem, İdris, Nûh, Sálih, İshak, İbráhim... diye peygamberlerin isimlerini ezber öğrenmiştim. // Babam arada sırada Elifbá cüzünü açarak, harfleri sorardı. Bilemezdim; hemen mahalle mekteplerine küfretmeğe başlardı. Beni, öğrenebileceğim bir mektebe vereceğini söyler dururdu." (İstanbul Fetih Cemiyeti, 2.Baskı, s.27)
1884 yılında Makedonya’nın Üsküp kentinde doğan Yahya Kemal, 1890-1892 yıllarında alfabedeki harfleri bile öğrenemediğini itiraf ediyor. Öğrenemediği alfabe Arap alfabesi!
İBRETLİK SATIRLAR
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey ise "Bir Zamanlar İstanbul" adlı kitabında şu ibretlik satırları yazar: "Ne yazık ki, memleketimizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğretmenliğini kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul çağındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Üsküdar tarafında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul’da 300 ilkokul varken, bunların içinde ancak on okulda öğretmen bulunuyordu ki, bunun ne derece okumaya yardım edebileceği kolayca anlaşılır. // İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikanlılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleyemeyen öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne beklenir?" (Tercüman, 1001 Temel Eser, S.23-24)
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, 1800-1870 yılları arasından söz ediyor olmalı. Öyle bir eğitim sistemi ki Rus donanmasının Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek Çeşme önlerine gelebileceğini bilmeyen, coğrafyadan habersiz vezirler, nazırlar yetiştirmekteydi.
ÜNİVERSİTELİ MADENCİ
1 Ekim, 1 Ekim 1928 tarihli ve 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun"un, yani Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 6 numaralı Devrim Yasası’nın çıkartılmasının 80. yıldönümü.
Şimdi adı gerekmeyen, "Prof. Dr" unvanlı bir tarihçi, 2. Cumhuriyetçi zat, Cumhuriyet’in nasıl tepeden inmeci jakoben bir bela olduğunu kanıtlamak için "Harf Devrimi yapılırken halka sorulmadı" diye sık sık kabarır. Yüzde 95’i okul yüzü görmemiş, geriye kalanların büyük bir çoğunluğu okula gitse de Arap alfabesini sökememiş bir kitleye mi sorulacaktı Harf Devrimi? Harf Devrimi sayesinde üniversite mezunlarımız şimdi madenci (kol emekçisi) olabilmek için sıraya ve sınava girmiyor mu?!
400 YILDA NE YAZDIN
Cumhuriyet düşmanları, Harf Devrimi’nin geçmiş kültür birikimimizi unutturduğunu ileri sürerler. Divan Şiiri’nden başka hangi kültür birikimi vardı? 16, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı vatandaşları tarafından Osmanlıca yazılmış kaç ekonomi, tıp, fizik, kimya, biyoloji, matematik, geometri, cebir ve öteki bilim kitapları vardı? Var olanların tamamı tercümedir. Ayrıca bütün Osmanlı döneminden günümüze kalma niteliğine sahip kaç bilim kitabı yayınlanmıştır? Bu dönemde kaç Osmanlı Newton’u, Kopernik’i, Galileo Galilei’si vardı? 1923 yılında kaç adet kütüphane ve bu kütüphanelerde kaç kitap vardı? Bu sorulara hiç kimse utanmadan cevap veremez.
Harf Devrimi’nin 80. yıldönümü halkımıza kutlu olsun!

Category:
��
5/01/2008 01:05:00 ÖÖ | Posted in , , ,

 

Yıllar önce bir Milli Eğitim Bakanının makam odasının kapısı çalındı. İçeriden kararlı ve tok bir ses ''Giriiin'' diye seslendi. Oldukça mütevazi döşenmiş odaya iki tane lise talebesi girdi. Tombul yanaklı olan Milli Eğitim Bakanının yanına yanaşarak :

''Babacığım merhaba. Elini öpmeye geldik Gazi'yle beraber''

diyerek arkadaşını gösterdi. Mezun olmuşlardı iki samimi arkadaş liseden. Gazi ve Can, Bakanın elini öptükten sonra masanın karşısındaki koltuklara oturdular.

Tombul yanaklı çocuk söz aldı:

''Babacığım biliyorsun okulumuzu her ikimizde başarı ile bitirdik. Ve bir yıldır para biriktiriyorduk. Eğer senin de iznin olursa Bakanlığın bursundan yararlanıp Amerika’ya okumaya gitmek istiyoruz''

Bakan küçük bir sessizlikten sonra oğluna:

''Oğlum biraz dışarı çıkar mısın?Bizi arkadaşınla bir iki dakika yalnız bırak''dedi.

Oğlu dışarı çıktıktan sonra uzun boylu çocuğa şöyle dedi:

''Bak evladım, ben sizler gibi başarılı öğrencilerin yurtdışında öğrenim görmesini her zaman desteklerim. Fakat, bir bakan olarak oğlumu Amerika'ya gönderirsem, bunu başkaları farklı değerlendireceklerdir. Bu yüzden sadece sana burs vereceğim. Gerekli işlemlerin yapılması için talimatı veririm az sonra. Hayırlı olsun''

diyip dışarı çıkmasını söyledi talebenin. Heyecan içinde kapının önünde bekleyen bakanın oğluna sarıldı çocuk.

''Can sana bir iyi, bir kötü haberim var. Baban bana burs verdi ama senin gitmeni onaylamıyor. ''

Tombul yanaklı çocuk elini cebine atıp bir mendil çıkarttı. İçi para dolu olan mendili arkadaşına verip:

''Al bunları Gazi. Nasıl olsa bana lazım değil bu para artık''

dedi bir yıldır biriktirdiği Amerika hayalini arkadaşına uzatırken.

Oğlunun geleceğini bile ülkesinden sonra düşünen onurlu Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'dir.

Hasan_Ali_Yücel  Hasan_Ali_Yücel-1

Oğlu, büyük edebiyatçı Can Yücel'dir

Can_Yücel

VE

Onun lise arkadaşı ise dünyanın en ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil'dir.

Prof.Dr.Gazi_Yaşargil  Prof.Dr.Gazi_Yaşargil-1

ŞİMDİKİ BAŞBAKANLAR, BAKANLAR ve MÜRİTLERİNE İTHAF OLUNUR…

1/31/2008 01:26:00 ÖÖ | Posted in

 

İLAHİYATÇIDAN İDDİA: BAŞÖRTÜSÜNÜN İSLAM'DA YERİ YOK

 

'Başörtüsü Yahudi geleneğidir'

doc.dr.sahin_filiz-1 Doç. Dr. Şahin Filiz, İslam'da başörtüsünün yeri olmadığını ve Kuran'da da başörtüsünün farz olduğuna dair herhangi bir ayetin bulunmadığını iddia etti ve ekledi:

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Şahin Filiz, islam dininde başörtüsünün yeri olmadığını ve Kuran'da da başörtüsünün farz olduğuna dair herhangi bir ayetin bulunmadığını ileri sürdü.

Doç. Dr. Filiz, başörtüsünün Yahudilikte bir gelenek olduğuna dikkat çekerek, Yahudi geleneğinin İslamı etkilediğini iddia etti.

Doç. Dr. Filiz, başörtüsünün İslam dininin bir emri olmadığını savunarak, bu konuda şu görüşleri ileri sürdü:

“Dini temeller bakımından başörtüsü, kesinlikle dinin bir emri, ya da farz ibadeti değildir. İnançla da ilgili uygulanan bir ibadet olmadığı halde, sanki dini bir emirmiş ve farzmış gibi yansıtılıyor. Başörtüsü takılmadığı takdirde de, dini yönden büyük cezaları varmış gibi hareket ediliyor.

Burada, siyasi ve sosyal anlamda çözüme ilişkin kamusal bir dinsellik yaratılmıştır. Normalde başörütüsü ile ilgili olduğu belirtilen ayetlerde Nur Suresi 30,31, 33. Ahzab Suresinin 59’uncu ayetlerinde, sadece bir tanesinin başörtüsü ile ilgili olduğu iddia ediliyor. O da Arapların, İslam öncesinde başlarına taktıkları örtünün çeki düzeni ile ilgili bir ayettir. Daha önce Arap kadınlarının göğüsleri ve pek çok bölgeleri açıktı.

Hatta Kabe’yi bile çıplak tavaf ederlerdi. Çıplak tavaf etmenin bir fazilet olduğunu düşünürlerdi. Örtünme ayetleri, gerek kadının, gerekse erkeğin her ikisine birden geçerlidir. Temel, kaba avret yerlerinin açık olmasından dolayı toplum içinde hoş karşılanmayan kaba avret yerlerinin (ön ve arkalarını) ve kadınların göğüslerinin örtülmesine yönelik emirlerdir.

Ama son dönemlerde başörtüsü siyasallaştığı için, kamusal bir dinsellik yaratıldığından dolayı, insanın temel örtünmesine ilişkin ayetleri, tamamen başörtüsü simgesinde toplamışlar ve bunun bir farz ve emir olduğu söylenmiştir. ‘Başörtüsüne özgürlük ve kadına özgürlük’, tamamen siyasi ve sosyolojik bir hadisedir. Başörtüsünün farz olduğunu kimse iddia edemez.”


‘KURAN’DA BAŞÖRTÜSÜ DEĞİL, HIMAR GEÇİYOR’

Kuran da başörtüsü ifadesinin yer almadığını savunan Doç. Dr. Filiz, “Kuran-ı Kerim’de sadce ‘Hımar’ kelimesi giçiyor. ‘Hımar’ kelimesi, normal bir örtüyü ifade etmektedir. Başörtüsünü değil. Giysi sıkıntısının çekildiği, hatta çıplak ibadet edildiği dönemde, Kuran’ı Kerim’in söylediği şuydu: ‘Nasıl Hz. Adem ile Havva’nın cennet açıldığında ön ve arkaları açılınca, doğal olarak, kendi yaratılışları icabı örtündülerse, siz de öyle örtünün’ demektedir. Yoksa başınızı, saçınızı örtün, örtmediğiniz takdirde yaptığınız haramdır anlamına gelmez.” dedi.

‘KADININ İNSAN OLDUĞUNU HAZMEDEMEDİK’

Doç. Dr. Filiz, “Başörtüsü söyleminin arkasında yatan unsur; İslamın, insana ve kadına vermiş olduğu hak ve şeref payesini, henüz islam toplumu içine sindirebilmiş değildir.

Kadını, insan diye görmeyen kültürden gelen müslümanlar, henüz daha islamın, kadını insan olarak görmesi emrini hazmetmiş değiller. Hala daha akademik seviyede bile cariyeler ve hür kadınlar şeklinde ayrımlar vardır. Hatta, deniyor ki, “Hür kadınlar örtünür de, cariyeler örtünmez.’ Peki kim bu cariyeler, denince. Buna cevap yok. Burada başörtüsünün, belirli sınıfa ait hür kadınların, bir simgesi olarak gösterilmesi ve başını açanların ise kadın bile sayılmadığı söylemleriyle karşılaşıyoruz.”
dedi.

Hz. Muhammed’in de başörtüsü ile ilgili net bir hadisinin bulunmadığını belirten Filiz, başörtüsü ile ilgili olan rivayetlerin birbiri arasında çelişki içerdiğini söyledi.

‘YAHUDİ GELENEĞİ İSLAMI ETKİLEDİ’

Başörtüsünün Yahudi geleneği olduğunu da anlatan Doç. Dr. Filiz, Tevrat ve Talmud’da başörtüsü ile ilgili ayetlerin bulunduğunu belirterek şunları söyledi:

“Yahudi geleneğini inceledim. Yahudilerde, ‘Başörtüsüz kadınlar iffetsizdir, namussuzdur. İffet ve namusun korunmasının ölçüsü baş örtüsüdür.

Baş çirkindir, örtülmesi gerekir. Başörtüsüz hiçbir kadın dışarı çıkmamalıdır’ denilmektedir. Yahudi geleneği direkt olarak islamı etkilemiştir. Yoksa islamda başörtüsü kesinlikle söz konusu değildir. İslamda, oruç tutmadığınızda, tutmadığınız oruçu ya sonradan tutarak telafi edersiniz, ya da parasını ödersiniz.

Başörtüsü, örtemeyenler ile ilgili kesin bir ceza yoktur. 76 tane temel farzdan bahsedilmektedir. Bu 76 farzda kesinlikle başörtüsü geçmemektedir. Kesin bir dini emir diyeceksiniz ve yapmayan hakkında da bunun bir cezası yok diyeceksiniz. Allah ile kul arasında diyeceksiniz. Allah ile kul arasında ise, kamusal alana dinsellik taşınmak isteniyor. Dinsel kanıtlarda dil oyunu yapılıyor.”

 

'Azınlığın zorlaması'

LEYLA TAVŞANOĞLU-SÖYLEŞİ

DOÇ. DR. FİLİZ: TÜRBAN 1970'TE FARZ KILINDI
Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Filiz, siyasal İslamın baskıcı, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk haline geldiğini söyledi. Siyasal İslamı cemaat ve tarikatların taşıdığını belirten Filiz, "Türban 1970'te farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye'de ithal dinsel anlayışlar, 1970'ten itibaren İslamcı ve Arapçı milliyetçilerin kitaplarının tercüme edilmesiyle Türkiye'ye girmiştir" dedi. LEYLA TAVŞANOĞLU'nun söyleşisi
 

Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi, İslam Felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz'den ağır uyarılar:

Türkiye'de tarikatlar oligarşisi

SÖYLEŞİ : LEYLA TAVŞANOĞLU

Bu hükümet toplumsal barışı iyice bozmaya ve ipleri kopma noktasında germeye kararlı. Ülkede halledilecek hiçbir konu kalmamış gibi Başbakan türbana odaklanmış. En kısa zamanda sıkmabaş ya da türbanı ülkenin bütün toplum katmanlarına dayatmayı kafasına koymuş. İslam felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz' le konuşuyoruz. Kuran'da kadınların başlarını örtmeleriyle ilgili kesinlikle hiçbir ayetin olmadığını anlatıyor. 14. yüzyıldan sonra birtakım uydurma hadislerle saf Müslümanların kafalarının karıştırıldığını vurguluyor. Bugün Türkiye'nin tarikatlar ve cemaatler tarafından yönetildiğinin de altını çiziyor.

- Siyasal ideoloji olarak İslamın siyasi yelpazede yeri neresidir?

FİLİZ - İslam dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatler ve tarikatların oligarşisi haline gelir.

- Türkiye'de olduğu gibi mi?

- Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler.

Bu mücadele hem birbirleriyle hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslam tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk haline gelir. Siyasal İslamın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.

- Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?

- Evet. Türban 1970'te farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye'de ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970'ten itibaren Ortadoğu'daki İslamcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye'ye girmiştir.

Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye'ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitim ve öğretimini de onlardan aldık.

Lübnan'dan ithal siyasi islam

- Bu mesele neden 1970'ten başlayarak Türkiye'ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?

- Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970'li yıllarda Güney Lübnan'daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinliler Şiilerin kadınlarını rahatsız ediyorlar gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı.

Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye'ye türban olarak geldi.

1970'lerde zaten Arap dünyasında çıkan kitapların Türkçeye tercümeleri, türban, Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye'de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.

1970'li yıllardan itibaren Arap dünyasındaki Seyit Kutup' ların, Hasan el Benna' ların, İran'da Ali Şeriati' lerin başını çekmiş olduğu Müslüman Kardeşler Hareketi, Marksist diyalektikle birlikte İslam devrimciliğini öne çıkardı.

- İyi de Marksist diyalektikle İslam nasıl birbiriyle bağdaşır? Amaç kafaları mı karıştırmaktı?

- Tabii. Bir tarafta Marksist diyalektik, öbür tarafta ta İslamcı dogma... Bu akım Türkiye Cumhuriyeti devletine, ulusal birlik ve beraberliğine karşı bir ideolojiye dönüştü.

Ne kadar çok karşıt bir ideoloji olarak tanımlandıysa o kadar çok Atatürk , Türkiye Cumhuriyeti ve bağımsızlıkla mücadele formuna dönüşmüştür. İmanın, Müslüman olmanın tek koşulu haline gelen bu karşıt konumlanma bugün kendini değişik simgelerle göstermeye başladı. Bu simgelere karşı çıkanlar ve bu simgelerin gerisindeki gerekçeleri görebilen insanlar çok haklıdırlar. Çünkü bu simgelerin gerisinde çok netameli gerekçeler vardır.

- Türbana geri dönersek... Kuran'da Nur Suresi'nin 30. ve 31. ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman, "Kuran'da farz" diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?

- Baş örtmeye Nur Suresi'nin 30. ve 31. ayetleriyle Ahzab Suresi'nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.

Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi Kuran'a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20, 22. ayetlerde Âdem ve Havva'dan söz eder. Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar, diyor. Bu Tevrat ve İncil'de de vardır. Ama o surelerde, "Bu arada Havva başını da örttü" diye bir ifade yok. Demek ki kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye'de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din haline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslam dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse halk onu İslam dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor; iktidardan düşürüyor; ülkenin kaderiyle oynayabiliyor; Atatürk Cumhuriyeti'ni tartışılır hale getiriyor.

- Peki, bu halk bu gerçeği nasıl göremiyor?

- Halkımızın şunu görmesi gerekiyor:

İslam dini kendi yüceliği ve güzelliğiyle kalplerde yerini alır. Bu yücelik ve güzellik ortadan kaldırılıyor, dine saygısızlık yapılıyorsa bunu da siyasiler yapıyor. Başbakan da dahil olmak üzere hiç kimse dine elini uzatarak siyaset fetvası çıkarmak suretiyle genelgeler yayımlayamaz. Böyle bir yetkisi yok.

Siyasilerin mutlak surette dinden ellerini çekmeleri gerekiyor. En azından tamamıyla laikleşmeleri gerekiyor.

- Bir de kadınların dövülmesini caiz kılan ayetler olduğu söylenir. Böyle ayetler gerçekten var mıdır?

- Bakın, Kuran'da darp kelimesi geçer. Ancak darp kelimesinin çok çeşitli anlamları vardır. Dövmek anlamı bunlardan sadece birisidir. Kadınlarla ilgili ayette kullanılan darp kelimesi dövün anlamında değildir. Kadınla oturun konuşun, anlamındadır.

Örneğin Ahzab Suresi 34. ayet, kadın ve erkek ayrımını kesinlikle ortadan kaldırıyor. Diyor ki: "Allah'a inanan kadınlar ve erkekler, doğru, düzgün hayat yaşayan kadınlar ve erkekler, namaz kılan kadınlar, namaz kılan erkekler, sadaka veren kadınlar ve erkekler, sabreden kadınlar ve erkekler..."

Gördüğünüz gibi kadını ve erkeği eşit kılıyor; bütün ayrımları kaldırıyor.

- Kuran'ın ayetlerinde böyle bir eşitleme varken siyasal İslam kadını neden ikinci plana itmek istiyor? Neden kadını toplumdan dışlamayı amaçlıyor? Ayrıca kadın kendini neden bu şekilde kullandırtıyor?

- Bunun birtakım nedenleri var. Bu sadece başörtüsü ya da türbanla ilgili değil.

Aslında bu, kadın, insan sorunuyla ilgili. 14. yüzyıla kadar İslam uygarlığı içinde "Peygambere gerek var mıdır, yok mudur, Kuran'ın ne kadarı rasyoneldir, ne kadarı değildir" den tutun, her şey tartışılmıştır. Böylece koskoca bir İslam uygarlığı ortaya çıkmıştır. Ama o zamana kadar kadın konusunda hiçbir tartışma yoktur. O İslam rönesansı döneminde kadın dövülür mü, tesettüre girmeli mi, gibi en ufak bir tartışma yoktur.

Uyduruk hadisler

- İyi de o zaman bütün bu kadın üzerine tartışmalar nereden kaynaklanıyor?

- İslam rönesansı döneminde din homosentriktir. Yani insan merkezlidir. İnsana göre bir Tanrı ve din telakkisi geliştirilmiştir. Benim o dönemlerdeki İslam felsefesiyle ilgili çalışmalarım da var. Ama 14. yüzyıldan sonra İslam dünyasında teosentrik bir din ve dünya görüşü hâkim olmaya başladı. Tanrı nesnel bir varlıktır. Ama Tanrı tasavvuru her kişiye göre değişir. Herhangi bir Tanrı tasavvurunu alıp dinin odak noktasına, insanın yerine koyarsanız her şeyi o Tanrı'ya göre belirlemiş olursunuz. İlk belirlediğiniz kişi de insan olur. Demek ki 14. yüzyıldan sonra, özellikle İmam Gazali' yle birlikte, teosentrik, yani Tanrı tasavvuruna dayalı bir din ve dünya görüşü geliştirilmiştir. Öyle bir insan tipi ortaya çıkmıştır ki, Tanrı emreder insan yapar, inancına sahip olmuştur.

Böyle insan anlayışına en uygun gelebilecek zayıf varlık, erkek tarafından kolayca istismar edilebileceği düşünülen cins olarak seçilen de kadın olmuştur.

- 14. yüzyıldan söz ediyoruz. Aradan 700 yıl geçti. Bunlar hâlâ 700 yıl öncesinin kafasıyla mı yaşıyorlar?

- Evet. Kadın da hâlâ kendini bu şekilde kullandırtabiliyor. Kadın, sığınma bekleyen, aciz, Allah katında eksik bir varlık olarak konumlandırılmıştır. Kadının eksikliklerini sayıp dökmek için bazı hadisler de uydurulmuştur. Ayetler çarpıtılarak tefsir edilmiştir. Size uydurulan hadise bir örnek vereyim: "Peygamber kadınları topladı. 'Ey kadınlar. Sizin dininiz eksiktir' dedi. 'Neden?' diye sordular. 'Ayda bir kere aybaşı olmuyor musunuz? O dönemde namaz kılabiliyor, oruç tutabiliyor musunuz' diye kadınlara sordu. 'Hayır' cevabını alınca da 'Sizin dininiz eksiktir. Aklınız eksiktir' dedi. Kadınlar, 'Niye aklımız eksiktir' diye sordular. 'Mirastan daha az pay alıyorsunuz. Şahitlikte erkeklere göre ikiye birsiniz' dedi. Kadınlar da kabul ettiler."

Böyle hadisler var, uydurulmuş olan...

- Ama Kuran'ın orijinalinde bu tür hadisler yok, öyle mi?

- Yok. Bunlar uydurma. Ama bunlar mahalle anneleriyle tarikatlardaki abla tabir edilen kadınlar tarafından sürekli olarak her toplantıda kadınlara telkin ediliyor. Kadınlarımıza, "Sizin insan olmak gibi bir lütfa ermeye daha çok vaktiniz var. Siz erkeğe göre daha az insan, cariyeye göre daha fazla kadınsınız" diye sürekli anlatılıyor. Bu iğrenç ve netameli gerekçeleri dine dayandırmak siyasal İslamın biricik can simidi haline gelmiştir.

- Mahalle anneleri ve tarikat ablalarının kadınlarımıza bu telkinleri yaptığını söylediniz. Ama onların kendileri de kadın. Nasıl oluyor da böylesine yetkili ağızla bu telkinleri yapabiliyorlar? Onları dinleyen kadınlar, "Siz de kim oluyorsunuz" diye soramıyorlar mı?

- Soramıyorlar, çünkü dinin emri olduğunu düşünüyorlar. Sorduğu takdirde, aklını kullandığı takdirde o anneler ve ablalar da o bilgileri şeyhlerinden aldıklarını söyleyerek işin içinden sıyrılıyorlar. Onlar taşıyıcı.

- Şeriat hukukunun geçerli olduğu ülkelerde insan yaşamını hiçe sayan cezalar var. Örneğin kol, bacak, el kesmek, kadınları recmetmek gibi... Bunlar Kuran'da var mı?

- Yok. Uydurulan hadislere konulmuşlardır. Sonradan eklenmişlerdir. Öylesine büyük bir uydurma literatürü var ki. Şehir ismi vermeyeyim. Ama pek çok şehirde bu hadisler çok ciddi oldukları söylenen insanlar tarafından ev sohbetlerinde dinin temel emirleri gibi sunuluyor. Bütün bunlar aslında yeraltı faaliyetleridir. Yeraltı faaliyetinde hükme bağlanmış, birer yargı halini almış, biçimlenmiş, artık sorgulanması bile küfrü gerektirecek diye inanılan hükümlerin siyasete aktarıldıktan sonra nasıl insan hakları ve kadın özgürlükleri olarak paketlenmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu aslında illegaldir.

Dincilerin yeraltı faaliyetleri

- Bunların üreme yerleri nereleri?

- Bodrumlarda, havasız, karanlık, sağlıksız ortamlarda meyve üretiyorsunuz. Sonra  bunları pazara çıkarıyorsunuz. "Meyve üretiyorum. Niye benim pazarımı engelliyorsunuz?" diyorsunuz. Oysa sizin ürettiğiniz hastalıklı bir meyve.

Dinin barış, dostluk, kardeşlik gibi temel ilkelerini çiğneyerek yeraltında üretilen bu hükümler daha sonra bizim karşımıza kadın hakları, özgürlükler, insan hakları olarak çıkıyor. Zaten illegalite burada.

- Türkiye dünyada en yüksek faiz oranını ödeyen ülke. Oysa Kuran'da faiz haram. O zaman bizimkilerin Müslümanlığı nerede kaldı?

- Kuran'da paradan para kazanmak, herhangi bir emek harcamadan mal edinmek ya da yarar sağlamak kesinlikle haramdır. Bu temel ilkeler çiğnenirken öbür taraftan simgeler üzerinden dindarlık yapmanın daha verimli, daha kolay olduğu, dünyasal hedeflere daha kısa yoldan ulaşılabileceği kanısı iyice yerleşmiştir.

"Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz" deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, ikinci cumhuriyetçilerle el ele veren ve "AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür" diyen dünün RP'li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön değiştirdi. İslam mı değişti, yoksa onlar mı? Bir kere İslam dininde konjonktürün yaratmış olduğu ayrımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin "hür - cariye".

Kuran da bu ayrımı ortadan kaldırmak istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman, "İslamda Kılık Kıyafet" adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:

"Hür - cariye diye bir ayrım vardı. Eskiden cariyeler her ihtiyacımızı görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?"

 

Kadının namusu türbana odaklandı

- Peki, bu sözler kadınların topuna hakaret değil mi?

- Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: "Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadının hakkıdır."

Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum, diyen bir kızımız, kadınımız böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfına atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, "Başımı örterek özgürleşmek istiyorum" diyorsa onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.

- Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir. Öyle mi?

- Zaten, başı açıklarla oturulmaz, deniyor. Hatta, başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır, deniliyor. Bir kadının başını örtmesi, Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor, deniyor. Örtmemeyi ise siz artık düşünün.

Başbakan, "İnancı gereği başını örten insanlar" dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayrım burada başlıyor.

TÜRKİYE ARAPLAŞIYOR

Fikret Kozok - SÖYLEŞİ Cumhuriyet

pic Filiz,Türkiye'yi bekleyen asıl tehlikenin dindarlaşma değil, "Araplaşma" olduğunu vurguladı. Filiz, Vahabi anlayışının dini temele dayanan siyasete de altyapı oluşturduğunu söyledi.

Mahalle baskısı kavramı yerine ortaya attığı "mikrofaşizm" nitelemesiyle gündem yaratan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz , Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olan Vahabiliğin ulus devleti parçalamayı amaçladığını belirterek Türkiye'yi bekleyen asıl tehlikenin dindarlaşma değil, "Araplaşma" olduğunu vurguladı. Vahabi anlayışının dini temele dayanan siyasete de temel oluşturduğunu anlatan Filiz, sanata ve felsefeye karşı düşmanlığa varan karşı duruşun da Vahabiliğin dünyayı siyah-beyaz gören anlayışının sonucu olduğunu dile getirdi.

Cumhuriyet 'e yaptığı mikro faşizm tanımıyla kamuoyunun dikkatini çeken Doç. Dr. Şahin Filiz ile, Vahabilik ve Türkiye'deki yansımalarını konuştuk...

- Vahabiliğin kökenleri hakkında bilgi verir misiniz?

- Vahabilik bireysel planda inançlı inançsız ayrımı yapan, bu ayrımı keskinleştiren 19. yüzyıldada Osmanlılara karşı çıkan, tamamen mikromilliyetçi bir Bedevi harekettir. Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketiyle ortaya çıkan hareket de, bu ayrımı toplamsal düzeyde yapmaktadır.

- Bu hareketin Türkiye'deki yansımaları neler?

- Bu iki anlayışın birleşmesiyle oluşan kombinasyon Türkiye'de siyasetin alternatif bir din haline gelmesini sağlamıştır.

Kabileci ve Araplaşmış dindarlık tarzı
Dinci kuruluşlar, partiler, cemaatler, bu kombinezonun en iyi örnekleridir. Vahabilik, Türkiye'de kabileci ve Araplaşmış bir dindarlık tarzını perçinlemiştir. Vicdan ve ahlak zenginliği olan dini biçimselleştirmiştir ve şekil, simge paganizmine boğmuştur. İslam medeniyetinin ahlak, sanat ve estetiğini öldürmüştür. Atatürk ilke ve devrimleri ile Türk ulusunun laiklik ve demokrasi anlayışı sayesinde, Vahabilik Ortadoğu ve Kafkaslar'da yaptığını Türkiye'de henüz gerçekleştirememiştir.

- Bu yansımalardan örnekler verebilir misiniz?

- Örneğin bölücü teröre karşı çok büyük bir mücadele var. Ancak askere gönderme törenlerinde geçmişte yaşanan heyecan gittikçe sönmekte, buna karşın hacca gidenler için daha coşkulu, kalabalık uğurlamalar yapılmaktadır. Şekillere tapan bir toplumsal yapının ortaya çıkmasında bu iyi bir örnektir. Bizim şehit verdiğimiz günlerde bile şekilci dincilik daha fazla öne çıkmakta, bu yönde gösteriler, yürüyüşler yapılmaktadır. Ramazan ayında her yerin kapalı olması bir başka örnektir. Hz. Muhammed döneminde bile rastlanmayan bir uygulama, büyükşehirlerde bile hızla yaygınlaşmaktadır.

Hedef ulus devlet

- Bu anlayışın Türkiye'de temel hedefi nedir?

- Kesinlikle ulus devlettir... Vahabilik, Arap mikromilliyetçiliğinin ideolojisi olduğu için ulusal yapıyı, cemaat ve tarikatlara bölerek atomize etmektedir. Çünkü mikromilliyetçilikler ulus devletin en büyük düşmanıdır. Her cemaat ve grubun, tarikatın kendilerine göre bir türban, sarık, cüppe, cilbat gibi biçime yönelik simgeler taşıması da Vahabiliğin mikro düzeyde ne kadar böldüğünü, parçaladığını gösteriyor.

Şekilci uygulamalar

Vahabilik Türkiye'de din adına kabileci Arap kültürünün hegemonyasını kurmaya çalışmaktadır. Mevlana , Hacı Bektaş , Pir Sultan gibi Türk büyüklerinin, Türk ulusal kimliğini besleyen, ulusal din yorumu, Vahabiliğin en büyük hedefidir. Bugün için Türkiye'de bir dindarlaşma değil, Araplaşma sürecinin yaşandığını, kabileye dönüşme sürecinin hızlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye'nin karşısındaki en büyük tehdit de budur. İnananlar, Türkiyeli Müslümanlar, türbanlı hanımlar gibi ayırıcı kavramlar, vahabi dinciliğin Türkiye'deki izdüşümleridir. Çarşaf ve türban söylemi de Vahabiliğin dine biçtiği şekilci uygulamalardır.

Fikret Kozok
Cumhuriyet

 

Category:
��
10/11/2007 04:19:00 ÖÖ | Posted in , , , ,
 
koy_ens-1 Bu gün e-postama gelen bir Powerpoint sunum dosyası bu yazıyı yazmama neden oldu. Ne zamandır en önemli ATATÜRK devrim hareketlerinden biri olarak gördüğüm bu olgu beni öteden beri çok etkilemiştir. Eğer bu oluşum kaldırılmasaydı günümüzde sanmıyorum ki ne AKP iktidar olurdu ne de türban hadisesi tartışılırdı. Görüyorum ki o günlerde yobaz, gerici Atatürk devrimleri karşıtı kesim ile toprak ağaları tarafından yapılan baskılarla bu kurumların kapatılması sonucunda günümüzde ülkemizin geldiği noktayı görüyor ve her Kemalist öğretmen gibi benimde yüreğim sızlıyor. Aşağıda konuyla ilgili çeşitli kaynaklardan derlenmiş yazılar ve Fotoğrafları bulacaksınız. Elbette ki Atatürk ün de konuyla ilgili söyledikerini yazmadan edemeyiz…. Ayrıca buradaki web sayfasından da köy enstitülerinin tüm tarihçesini okuyabilirsiniz.
 
İNÖNÜ'NÜN EL YAZISI İLE KÖY ENSTİTÜLERİNE SADAKAT SÖZÜ...
 
koy_inonu-1

Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi , en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitülerinden yetişen evlatlarımızın muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim.(9.5.1941)

 
 
 
diye söz vermişti İnönü. Köy enstitülüler, bu sözü yıllar sonra acıyla anımsayacaklardı.

KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN DOĞUŞU ve BAŞARDIKLARI

Köy Enstitüleri fikri ( 17 Şubat- 4 Mart 1923) 1. İzmir İktisat Kongresinde kendini gösterir. Bu anlamda İzmir İktisat Kongresinde ” liberal ekonomi” modeline uygun olarak “ faydacı eğitim” felsefesi benimsenmiştir. Bunun kanıtı da, faydacı eğitim felsefesi fikrinin öncüsü John Dewey’in Türkiye’ye davet edilmesidir. ( 1924) Dewey kalkınma için gerekli eğitim hamlesinin başlatılmasını, eğitim hizmetlerinin köye götürülmesi ile sağlanabileceğini belirtmiştir. Köye eğitim hizmeti 1936 da başlamış ve bu tarih de 35.000 köyde ilkokul yoktur. 16 Milyon nüfusun 12 milyonu köylüdür. Bunlardan erkeklerin % 76.7 sı, kadınların ise % 91.8 i okur- yazar değildir.

koy_ens_harita-1

İlk adım 1926 da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Nejat tarafından atılmış “ Köy Muallim mektepleri “ açılmıştır. Daha sonra 1936 da deneme amaçlı başlayan “ Köy Enstitüleri” 1940 da yasallaşarak Türk Eğitim tarihinde doğan reform olmuştur. 1942 de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılmış ve 1946 da sayıları 21 e ulaşmıştır. Kuruluşu üzerinden 6 yıl sonra programları ve dersleri değiştirilmiş, 950 yılında da kapatılma sürecine girip 1954 de kapatılmışlardır. 1950 den sonra “ Marshall yardımı” nın gelişi kapatılma süreçlerininhız kazanmasına neden olmuştur. Bu yardım içinde “Köy Enstitüleri”nden vazgeçilmesini sağlayan 12 kadar eğitim projesi vardır.

KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN BAŞARDIKLARINI ŞÖYLE SIRALAYABİLİRİZ :

- Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır. - Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitim başlamıştır.

- Feodal toprak rejiminin değişimi toprak ağalarının kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidinin hissetmelerine neden olmuştur. - Sanayi için eğitilmiş, nitelikli iş gücü oluşmaya başlamıştır

- Sanat, edebiyat, bilim teknoloji de olumlu beklentiler oluşmuştur. - Atatürk’ün özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsalalt yapı oluşmaya başlamıştır.

- Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş belirtilerini vermeye başlamıştır.

- Ezberci değil, analitik düşünen

- sorgulayan birey yetiştiren demokratik ve üretici eğitim başlamıştır. Bu bağlamda yukarıda yer alan özellikler statükoyu rahatsız etmeye başlamıştır.Köy Enstitülerini kuranlarda yıkanlarda statükolarını korumak ve güçlendirmek için hareket etmişlerdir. Bu emellerini gizlemek için de “ Köy Enstitü”lerinin üzerinden politika yapmışlardır. Görüldüğü gibi, demokratik kültürden, bilim ve bilimsel düşünceden yana olmayan her birey ve kurum “ Köy Enstitü”lerinin ortadan kaldırılmasında birinci derecede sorumluluk sahibidir. Bu gün önemli olan; Köy Enstitüsü ruhunun yeniden kazanabilmektir.

Kaynak : Mustafa Demir

KÖY ENSTİTÜLERİ NEDEN KURULDU, NEDEN KAPANDI ?

İstanbul Cumhuriyet Okurları aylık söyleşi toplantısında çıkarılacak bültende yer alacak konular konuşulurken, Köy Enstitüleri üzerine bir yazı yazmam istendi. Köy Enstitüleri gibi geniş kapsamlı bir konunun yarım sayfalık bir yazı içinde anlatılamayacağı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 da 3083 sayılı yasayla, Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı – fikir babası İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde kurulmuştur. 1930 lar Türkiye’ sinin nüfusunun % 80 nin den fazlası köylü olan, çağdaş köy kalkınma modeline uygun olarak bugün dahi bir çok ülkeye örnek olabilecek üretime dönük öğrenimi öngören eğitim kurumlarıdır. Başka bir deyişle Anadolu’nun aydınlanması idi. Köy çocuklarının alındığı bu okullarda amaca uygun olarak eğitildikten sonra geldikleri köylere donanımlı ( tarım, iş, sanat, sağlık ) öğretmen olarak gönderiliyorlardı. Köylülerin bu gibi aydınlanma sürecinden rahatsız olan toprak ağaları, Cumhuriyet karşıtları ve din istismarcılarının çıkarları bozuluyordu. Onlar için bu kurumların kapatılması gerekiyordu ve kapatıldı. Eğer kapatılmamış olsalardı; gidilmemiş köy, okulsuz çocuk, işlenmemiş toprak, kullanılmamış su, aç- açık insan, işçileri sokaktalar da aç dolaşan kapatılmış fabrikalar olmazdı. Eğer kapatılmasalardı işçilerimiz yabancı ülke kapılarında iş aramayacaklar, aileler bölünmüş olmayacaklardı. En önemlilerinden bir tanesi de, bugünkü töre cinayetleri işlenmeyecekti. Son yıllarda üzerinde en çok durulan köy boşalmaları yaşanmayacaktı. Çünkü insan için gerekli olan hizmetler köyde üretilir olacaktı. Kapatılmamış olsalardı bu günkü özgürlük kavgaları yapılmayacaktı. Çünkü Köy Enstitüleri bir özgürlük ve özgürleşme eylemi idi. Bir Köy Enstitülü olarak bu kurumların kuruluşunda ve yaşatılmasında emeği geçen herkese saygılarımı sunuyorum.

Kaynak : İzzettin YAŞAR Emekli Öğretmen

ATATÜRK, KÖY ENSTİTÜTÜLERİ’NE OLAN ZORUNLU İHTİYACIN GEREKÇELERİNİ ŞÖYLE AÇIKLAR :

“Efendiler! Asırlardan beri milletimizi idare eden hükümetlerin tamamı eğitim isteğini ortaya koymuşlardır. Ancak bu arzularına erişmek için doğu ve batıyı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç, milletin cehaletten kurtulamamasına sebep olmuştur. Bu acı gerçek karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz eğitim siyasetimizin esas çerçevesi şu olmalıdır; demiştim ki bu memleketin asıl sahibi ve toplumsal varlığımızın asıl nedeni köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bu nedenle bizim takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut cehaleti yok etmektir.”

“Efendiler!

Bu hedefe ulaşmak, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama oluşturacaktır. Bir taraftan cehaleti yok etmekle uğraşırken bir taraftan da memleket evladını toplumsal yaşama ve iktisatta fiilen etkili ve verimli kılabilmek için acil olan ilkel bilgiyi işe yarar bir tarzda vermek kuralı eğitimimizin esasını teşkil etmektedir.

Efendiler!

Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZLIĞI İLE KENDİ BENLİĞİNE VE MİLLİ GELENEKLERİNE DÜŞMAN OLAN BÜTÜN UNSURLARLA MÜCADELE ETMEK LÜZUMU ÖĞRETİLMELİDİR.”

Mustafa Kemal ATATÜRK

KÖY ENSTİTÜLERİ FOTOĞRAF ALBÜMÜ :

Nadir Eyinnen'in Konferans Notlarından :

“Başarıyla tamamlanan Kurtuluş Savaşımızın ardından Cumhuriyet ilan edilmiş, Kemalist önderlik ülkenin inşası için kolları sıvamıştır.

Hedef ‘Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmış’ yeni bir toplum yaratmaktır. Köylünün özgürleştirilmesi, ağa-şeyh-tarikat üçgeninden kurtarılması, sanayi toplumu yaratmanın olmazsa olmaz koşuludur.”

“Kurtuluş Savaşı’nın ağır yükünü çeken, henüz demokrasiyi yaşatacak ve Cumhuriyet yurttaşı niteliğine kavuşamamış olan köylüler, uygar toplumun tüm nimetlerinden yoksundurlar. Cumhuriyetle birlikte girişilen köye hizmet çabaları ya köylünün beklentilerine uymadığı ya da becerilemediği için yarım kalmıştır.

Başarı için köylünün dilinden anlayan yeni bir aydın tipine gereksinim vardır. Bu da köylünün kendi içinden çıkarılabilecektir. İşin bu püf noktasını ilk yakalayan ve kendisi de bir köylü çocuğu olan büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç’tur. Büyük güçlüklerle öğrenim olanağı bulan Tonguç, Köy Enstitüsü sisteminin hem kuramcısı, hem de kurucusudur.”

Uğur MUMCU'nun Köy Enstitüleri Konuşması

“Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan bir çok şey öğrenmeli.” diyen Tonguç, 1938’de sorunun çözümünü şöyle açıklar: “Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük alimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra alimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır.

Türk köyü, daha belki yirmibeş yıl alim değil, kahraman isteyecektir.

Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (alimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkum. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler. O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir.”

“Statükocu eğitimcilerin direnişlerine rağmen, Köy Enstitüsü düşü, ilk olarak askerliğini yapmış okur-yazar gençlerden oluşan ve okutman denilen bir grupla hayat bulmaya başlar. Bu grup 1936 yılında Eskişehir’in Çifteler Çiftliği’nde dört aylık ‘Eğitmen’ kursundan geçirilip ‘geçici öğretmen’ olarak Ankara köylerinde görevlendirilir bu 84 ‘okutman’ başarılı olur.Eğitmen adayları, açılacak Köy Enstitülerinin ilk binalarını da yaparlar. Kendi köylerine giden eğitmenler, topladıkları çocukları üç yıl okutup mezun ederek yenilerini alıyorlardı. Köy Enstitüleri, köylerden toplanan başıkabak – yalınayak çocuklarla oluşturuluyordu. Bu çocuklar, Enstitünün yorucu işlerini yaparken, çağdaş yöntemler kullanarak kendi yetiştirdikleri ürünlerle daha iyi beslenebiliyor, sanat ve meslek öğreniyorlardı. Her biri için en az bir enstrüman çalmayı öğrenme zorunluluğu vardı.”

“Osmanlı feodal toplumunun yerine çağdaş ve sanayi toplumu yaratmayı hedefleyen Cumhuriyet ideolojisi, kişiyi kul olmaktan çıkarıp, özgür yurttaşlar konumuna çıkarmayı hedefler. Cumhuriyet ideolojisine göre toplum ise, ümmet değil özgür yurttaşlar birliğidir. Eğitimde ise hedef, “Fikri hür, irfanı (anlayış) hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmektir.

Bir devrimin sürdürülebilmesi özellikle iki alanda kazandığı başarılarına bağlıdır. Bunların biri hukuk diğeri ise eğitim alanıdır.Bu nedenle Cumhuriyet Devrimini sürdürebilmek ve Türk toplumunu “Çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne” çıkarabilmek için, eskiyen Osmanlı feodal kurumlaşmasının parçalanıp dağıtılması ve yerine yeni kurumlaşmanın yaratılması zorunluydu. Feodalizmin tasfiyesi ancak yeni kurumlaşma ile mümkündü. Feodalizmin tasfiyesi demek ise köylünün özgürleştirilmesi anlamına geliyordu.”

“Köylüyü özgürleştirmekten ne anlıyoruz? Hem ekonomik, hem de düşünsel (ideolojik) düzlemde özgürleştirmeyi anlıyoruz. Burada belirleyici olan, -yani diğerini de etkileyecek olan olgu ekonomik özgürleşmedir. Ekonomik olarak bağımsızlığı olan bir kesimi düşünsel planda özgürleştirebilirsiniz. Köylüyü tarikat ideolojisinden kurtarabilmek için köylünün, ağanın marabası olmaktan çıkarılması ve toprağın sahibi olması gerekir. Bunun için gerekli olan tek şey Toprak Devrimidir.

–Bazılarının ifade ettiği gibi toprak reformu değil!-

Ancak Toprak Devrimini başlatmak ve sürdürebilmek için köylü önderlerine ihtiyaç vardır. Çünkü her devrim kendi öncü kadroları vasıtasıyla yürütülür. Oysa o gün açısından bakıldığında Toprak Devrimi bu öncü kadrolarından yoksundur. Köylüyü örgütlemek için köye gönderilen kentli kadrolar ya köylüyü anlayamadıkları için köylüyle diyalog kuramamakta ya da köydeki sıkıntılara göğüs geremedikleri için köyü bırakıp geri dönmektedirler. Bu sorunun tek bir çözümü kalır. İsmail Hakkı Tonguç’un dediği gibi; ‘O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkum’ dur.”

"İşte Köy Enstitüleri böyle bir sürecin ve böyle bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkar. Hedefi Toprak Devrimine önderlik edecek –yani köylüyü özgürleştirecek- kadrolar yetiştirmektir.Ve de öyle yapar. Zaten patlama noktasında olan toplumda öylesine çabuk filizlenir ki, toprak ağalarının yanı sıra, devrimden sonra palazlanmaya başlayan Cumhuriyet burjuvazisinin de yüreklerine korku ateşleri düşer. Daha CHP iktidarı döneminde 1946-47’de Köy Enstitüleri hedefinden saptırılarak öğretmen okullarına çevrilir. Böylece 1950’de iktidarı ele geçiren karşıdevrimcilerin Köy enstitülerini tamamen tasfiye etmeleri için zemin hazırlamış olurlar.

İşte bu yüzden, dünden bugüne süren Köy Enstitüleri tartışması, aslında Cumhuriyet Devrimi’ne karşı alınan tutumla aynıdır. Kim ki Atatürk Devrimine karşı çıkmış ve sulandırmıştır, o, Köy Enstitüleri’ne de karşı çıkmış ve sulandırmıştır. Köy Enstitüleri bir nostalji değildir. Köy Enstitüleri Cumhuriyet Devrimi’nin dününün, bugünün ve yarınının gerçeğidir. Her kim ki Köy Enstitüleri’ni dünün bir nostaljisi olarak yad etmek istiyorsa bilin ki Köy Enstitüleri’ne ve Atatürk Devrimlerine ihanet içindedir.”

“Son olarak şunu söyleyeyim:

Hasan Ali Yücel’in ‘Bu bizimdir, kimseden almadık; bizden alsınlar…’ dediği Köy Enstitülerini bugün yeniden kurabilir miyiz? Hayır.

Aynısını kuramayız ama daha iyisini kurarız. Çünkü bugün gerek bilgi açısından, gerek yetişkin insan açısından, gerekse teknoloji açısından 1940’lara göre çok daha ilerdeyiz. Peki, sorun ne? Sorun 1946’lardaki sorunla aynı. İktidar sorunu! İktidarın, Cumhuriyet Devriminden vazgeçmiş, uzlaşmacı ve teslimiyetçi anlayışların ve karşı devrimcilerin elinden kurtarılması gerekir. Köy Enstitüsü projesinin devrimci bir iktidar tarafından yürütüldüğünü dikkate alırsak, başka seçeneğimiz yoktur. Karşı devrimcilerden iktidarı geri almak, Cumhuriyet Devrimi’ni sürdürmek, Toprak Devrimi’ni tamamlayarak feodalizmi tasfiye etmek, günümüz devrimcilerinin omuzlarındaki vazgeçilemez bir görevdir.”